Niye mi Audrey Hepburn?
Sinemaya ve film yıldızlarına duyduğum ilgi çocukluğuma uzanır. O yıllarda ailece gidilen yazlık sinemalar hemen herkesin en önemli eğlencesiydi. Birçok yıldızın filmlerini zevkle izlesem de içlerinden biri vardı ki ona hayrandım. Uzun sarı saçları, zarif tavırları, şık giyimi ve muzip ifadesi ile Filiz Akın çocukluğumun idolüydü. Henüz Audrey Hepburn'den habersizdim...
Hayatın ağır sorumlulukları altında nasıl kaldıysam çok sevdiğim sinemanın ve film yıldızlarının çok uzağına düşmüştüm. İtiraf ederim ki Audrey Hepburn'u keşfetmekte de oldukça geç kalmıştım. Filiz Akın'a olan beğeni ve sevgim ise bakiydi...
Soğuk rüzgarların insanın içine işlediği bir bahar öğleninde kadim dostum Mişel ile bir meyhanede buluştuk. Elim ayağım buz kesmişti. Üstelik bahara aldanıp ince bir pardösü ile dışarı çıkmıştım. Ayaklarımın dibine bir elektrik sobası konduğu, bardağıma da rakı dolduğu halde içim titriyordu...
Dostuma dedim ki;
- Böyle karşında her an kalkıp gidecekmiş gibi eğreti oturmaktan rahatsızım fakat üşüyorum iznin olursa pardösüm omuzlarımda dursun...
- Bilakis memnum olurum, böyle Audrey Hepburn filmlerinden fırlayıp karşıma gelmiş gibi çok hoş duruyorsun, hatta onun gibi pardösünün yakasını biraz daha kaldır sonra da kadehini kaldır bakalım dedi.
Kadehlerimiz tokuşurken bir yandan da Audrey Hepburn'ün yakası kalkık pardösülü fotoğrafını kafamda tarıyordum. Audrey Hepburn'e olan beğenim henüz hayranlığa dönüşmediğinden bu fotoğrafı bir türlü muhayyilemde canlanmıyordu...
Akşam eve döndüğümde ilk işim Audrey Hepburn'ün fotoğraflarını araştırmak oldu. Nihayet o pardösülü fotoğrafını buldum ve uzun bir süre gözlerimi o fotoğraftan ayıramadım. Benim için bu bir fotoğraftan çok daha fazlasıydı…
Baktıkça insanı içine çeken bir derinliği, bir büyüsü vardı yüzünün... Dahası aramızda bir aşinalık vardı! ama neydi? Bu his nereden geliyordu? Beynime peşpeşe üşüsen bu soruların bende bir cevabı yoktu henüz...
İnsanlarda hep ifade güzelliğine ve yansıttığı enerji aurasına önem verdiğimden kaşı, gözü, ağzı, burnu şöyle olmalı gibi kalıp bir güzellik anlayışım hiç olmamıştı.
Ben yüzleri okumayı, bir yüzün ışıltılı ve gölgeli ifadelerini çözmeyi seviyordum. Audrey Hepburn'ün en çok yüzünü sevmiştim. Zaten yüzü sevmek ruhu sevmek değil miydi?
Eskilerin deyişiyle ifade edersek;
"İnsan ruhunu yüzünde taşır"
Çok doğru bir tespit. Bence Audrey Hepburn de ruhunu yüzünde taşıyan ender güzellikte bir kadın...
Duru güzelliği, zarafeti, nezaketi, asaleti, iyilik severliği ile o muzip, sevimli, saf çocuksu halleri iç içe geçmiş. Bir yanıyla ne denli çocuksuysa diğer yanıyla o denli görmüş geçirmiş olgun bir kadın edasında.
Güzel gözlerindeki derin hüzün, titreyen elleri ve peşpeşe yaktığı sigaralar saklamaya çalıştığı kronik mutsuzluğu ele veriyordu.
Donald Spoto'nun kaleme aldığı biyografisini okuyunca Audrey Hepburn'ün kendisiyle ilgili tespitinin benim tespitimle ne denli örtüştüğünü fark ettim;
"Bir tarafım belki hep çocuk kaldı. Ama bir yandan da erkenden olgunlaştım. Çünkü genç yaşta acı ve korkuyla tanıştım..."
Audrey Hepburn bir Baronesin kızı olarak dünyaya gelmiş, aristokrasi kuralları ile büyütülmüş, çocuk yaşta II. Dünya Savaşına tanık olmuş, açlıktan ölme noktasına gelmiş ve tutkuyla sarıldığı "balerin olma" hayalini gerçekleştirememiş. Çikolata ve tütüne duyduğu açlık hiç dinmemiş ve ömrü boyunca 49 kiloda kalmış...
Balerin olamasa da sanata duyduğu ilgiyi hiç yitirmemiş. Tiyatro ve sinemaya ufak tefek rollerle başlamış. 1953 yılında "Roman Holliday" filmi ile "En iyi Kadın Oyuncu" Oscar ödülü kazanıp bir anda zirveye oturmuş. Ardından İngiliz Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisinin ödülü de gelmiş.
İki evliliği de boşanmayla sonuçlanmış. İkili ilişkilerde hep hüsrana uğramış. Hayatında en çok çocuk sahibi olmayı istemiş ve iki oğul dünyaya getirmiş...
Büyük oğlu onun için şöyle yazmış;
"Annem kendi ışığını göremeyen bir yıldızdı"
Kendi ışığını göremese de ne çok insanın o ışıktan gözleri kamaştığı bir gerçek. Bu “Zarif Ruh (Elegant Spirit)” in çevresine yaydığı güçlü ışık onun yaşadığı dönemle sınırlı kalmamış günümüzde de hala güçlü etkisini sürdürmektedir.
Audrey Hepburn'u keşfeden hangi kadın aynı kalabilmiş ki! Her kadın nasıl ki onun güzelliğinden, zarafetinden, asaletinden etkilendiyse ben de öyle etkilendim. O muhteşem bir ışık huzmesi olarak benim hayatıma nüfuz etti.
Sinema otoritelerine göre aynı dönemi paylaştığı "Marylin Monreo" ve "Liz Taylor" balık etli, kadınsı hatlara sahipken, Audrey Hepburn tahta perde gibi vücuduyla onların yanında erkek çocuğu gibi duruyordu. Kesinlikle cinsellik çağrıştıran bir havası yoktu. Basının ve toplumun önünde tedirgin fakat daima ölçülü ve saygılıydı.
İlerleyen yaşında sinemadan uzaklaşıp "UNICEF iyi niyet elçisi" olmuş. Afrika kıtası başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerini dolaşmış. Türkiye'ye iki kez gelmiş. İlk gelişine Eylül Esintisinde yer verdik (1) İkinci gelişinde ise "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" münasebetiyle Halit Kıvanç'ın onur konuğu olmuş (2)
Audrey Hepbur'un hemen bütün filmlerini izledim. Fotoğraf albümlerini aldım onunla ilgili yazılmış kitapları okudum. Ben kolayına birine hayranlık duymam ama onu tanıdıkça aramızdaki o ruhani bağ iyice güçlendi. Benim ailemden biri gibi oldu. Neydi beni ona bu kadar yakınlaştıran şey hala tam olarak bilemiyorum ama eminim bilinçdışı biliyordur...
Belki bu sır "Ege denizi" belki "İrlanda-İskoçya" yüz hatları, belki de "çocuk-kadın” kaderinde düğümleniyor!
Kim bilir!
Dipnot:
(1) "Audrey Hepburn İstanbul'da" başlıklı yazımıza bakabilirsiniz.
(2) İlerleyen süreçte Audrey Hepburn köşesinde ikinci gelişine de yer vereceğiz.
Yorum Yazın