Hayatın Özü Kendi Kendini Yemesidir
“Hayatın Özü kendi kendini yemesidir!” (1)
Yeryüzündeki yaşam canlıların canlıları yemesi üzerine kurulu. Her bir canlı diğer bir canlıyı yiyerek yaşamını sürdürüyor. Başka türlüsü mümkün değil zira yeryüzünde cansız bir şey yok -taş-bile canlı. Hatta gezegenimizin kendisi de canlı bir organizma…
Vejetaryenler kanlı canlı olduğu için hayvan eti yemeyi reddediyor. Sadece süt ve süt ürünleri, yumurta gibi hayvan yan ürünlerini tüketiyor. Veganlar bu konuda daha da katı, ne hayvan etine ne de hayvan yan ürünlerine el sürüyorlar.
Veganlara göre hayvani gıdalarla beslenmek bir canlının yaşam hakkını elinden almak oluyor. Hatta işi daha da ileriye götürenler et yiyen insanların barbar olduğunu ve hayvan katliamı yaptıklarını öne sürüyor.
Veganların etçil beslenme yerine otçul beslenmeye yönelmeleri çoğunlukla hayvanların canlı bitkilerin ise cansız olduğu gibi yanlış bir inançtan kaynaklanıyor. Kan dökmektense kansız bitkileri yemeyi yeğliyorlar.
Peki bitkiler gerçekten cansız ve kansız mı? Elbette değil. Bitkilerin öz suları onların kanını teşkil ediyor. Hayvan ile bitkinin kanı arasındaki en belirgin fark birinin kanı yoğun kırmızı, diğerinin kanı saydam beyaz. Her ikisi de farklı tür olmakla birlikte solunum yapan ve gelişip büyüyen canlılar.
Dolayısıyla bir hayvanı kesmek yaşam hakkını elinden almak oluyorsa, bir bitkiyi koparmakta da bitkinin yaşam hakkını sonlandırmak oluyor. Nasıl ki bir hayvan kesilirken acı duyuyorsa, bir bitki de topraktan sökülürken veya dalından koparılırken acı duyuyor.
Bu nedenle vejetaryen ve veganların yüzleşmek zorunda oldukları bir gerçek var. Bitkiler de tıpkı hayvanlar gibi kanlı canlı varlıklar olduğundan sebze yemekle kimse bir can almaktan kurtulamıyor. Aksini iddia etmek inkâr ve kendini kandırma olur.
Kolonileşmiş canlılar topluluğu olan bitkiler tıpkı insandaki gibi görme, işitme, dokunma, tat ve koku olmak üzere beş duyuya sahip. Hatta daha da fazlasına… Bitkilerin sanılandan çok daha gelişmiş organizmalar olduklarını ilk kez ileri süren bilim insanı Charles Darwin’dir.
Yeryüzünü paylaşan tüm canlılar ortak bir yaşam zinciri oluşturuyor. Bu habitata gezegenimizin en eski yerlileri olan mikro-organizmalar da dahil. Yarı canlı olan mikro-organizmalar bedenimizde koloni oluşturarak yaşam halkasına ekleniyor. Biz bir canlıyı yediğimizde onlar da bizim yediklerimize ortak oluyor, bazen de büyük bir iştahla bizi yiyorlar.
İnsan gezegene en son gelen olduğu halde büyük bir had bilmezlikle kendisinin diğer tüm canlılardan üstün ve ayrıcalıklı olduğuna inanıyor. Kibri görmesine mani olsa da aslında hayvanlar ve bitkiler olmadan ne yaşamını ne de neslini sürdürebiliyor…
Nasıl ki hayvanlar karşılıklı değiş tokuş ettikleri yaşam olmadan varoluşlarını sürdüremiyorsa, insanlar da yaşayabilmek için bitkilerin ve hayvanların ürettikleri enerjilere ihtiyaç duyuyor. Oysa gezegenimizin en gelişmiş varlıkları olan bitkiler ne insana ne de hayvana bağımlıdır.
Bitkiler Güneş ile Dünya arasındaki hayati halkadır. Fotosentez yoluyla Güneş ışınlarını depolayıp canlılara gıda olarak sunuyorlar. Tüm canlıların bedeni bir nevi Güneş enerjisi arşivi niteliğindedir.
Peki, biz bu gerçeğin ne kadar farkındayız?
[Bitkiler, genel olarak biz olmadan da gayet iyi yaşayabilirler ancak onlar olmadan bizim neslimiz çabucak tükenirdi. Yine de pek çok dilde (bizimkisi de dahil olmak üzere) “Ot gibi yaşamak” ya da “Bitkisel hayat” deyimleri en aza indirgenmiş bir yaşam durumunu işaret etmek için kullanır.
“Kime göre ot gibi” Eğer bitkiler konuşabilseydi, belki de bize soracakları ilk sorulardan biri bu olurdu.] (2)
Bana göre asıl onların dilini öğrenmesi gereken bizleriz. Doğadaki her şey birbiriyle bir ilişki ağı içinde ve bu ilişki ağı da oldukça hassas ve karmaşık. Anaksagoros’un deyişiyle;
“Her şey her şeydedir- pan en panti”
Öyle ki dünyadaki her şey dolaşabiliyor, aktarılabiliyor ve birbirine çevrilebiliyor. Biz buna dönüşüm mekanizması diyoruz. İnsan, hayvan veya bir bitki olsun öldüğünde bu dönüşüm zincirine dahil oluyor.
Gezegenimiz tüm canlılar için adeta bir tür “simya imbiği” vazifesi görüyor. Zaman içinde canlılar organikten inorganiğe geçerek dönüşüme uğruyor, mevcut doğaları değişiyor, başka bir hale evriliyor.
İnsanlar ister “etçil” ister “otçul” beslensin asıl mesele tüm gıda maddelerini ölçülü tüketmek ve aşırıya kaçmamaktır. Eskilerin deyimiyle “ifrat ve tefrit” ten kaçınmaktır.
Kayıp Türkler diye geçen “Dukha” halkının yaşama ve canlı varlıklara duydukları derin saygı ve şefkat bu konuda çağımızın insanına örnek teşkil edebilir. Eski bir Türk kolu olan Dukha’lar doğayla uyum içinde yaşar, hayvanları ve bitkileri ihtiyacı nispetinde tüketir ve her canlıyı yaşamdan koparmadan önce ondan izin ister. (3)
Doğaya ve canlılara Dukha’lar kadar naif bir yaklaşım sergilediğimizde hiç kuşkusuz gezegenimiz kimsenin kimseyi boğazlamadığı, aç gözlülüğe kapılmadığı çok daha yaşanılası bir yer olacaktır.
Sonuçta insana enerji sağlayan her şey canlıdır ve ne yaparsak yapalım bir can almadan canlı kalmanın başka bir yolu yok. Çünkü gezegenimizde tüm canlıları kapsıyan bir tür “asalaklık” diğer bir deyişle “evrensel yamyamlık” yasası mevcut. Henüz bu yasaya göbekten bağlıyız belki birgün bunu da aşmanın bir yolunu buluruz. Neden olmasın!
Gezegenimizin bu kadim yasasını eskiler şu şekilde dile getirmiş;
“Bil ki bütün alem yiyen ve yenenden ibarettir” (4)
Dipnot:
(1) Joseph Campell- Mitolojinin Gücü
(2) Stefano Mancuso-Alassandra Viola- Bitki Zekâsı
(3) Dukha Türklerine Mitoloji bölümünde “Geyik sembolizmi” başlıklı yazımızda yer verdik, daha detaylı bilgi isteyen okurlarımız bu yazımıza bakabilir.
(4) Mevlâna- Mesnevi III. Cilt
Kaynakça:
1) Joseph Campell- Bill Moyers- Mitolojinin Gücü
2) Stefano Mancuso-Alassandra Viola- Bitki Zekası
3) Ed Yong-Mikrobiyata
4) Emanuele Coccia- Bitkilerin Yaşamı
5) Charles Darwin- Türlerin Kökeni
6) Hermann Hesse- Ağaçlar
7) Dorothy H.Crawford- Ölümcül Yakınlıklar
Yorum Yazın