Eylül Esintisi - Ölümsüz Atatürk

Ölümsüz Atatürk

Atatürk dünya çapında hakkında en çok kitap yazılan ve araştırma yapılan bir dünya lideridir. Tarihsel perspektif içinde onu tarafsız değerlendirmek ve ilerici eylemlerini doğru konumlandırmak kolay değildir.

Genellikle hakkında yazılan kitapların bir kısmı lehte bir kısmı ise aleyhtedir. Aramızdan ayrılışı neredeyse bir asra yaklaşırken hala yeryüzünde en çok sözü edilen ve tartışılan bir liderdir.  

86.ölüm yıldönümünde sizlere onun yaşamını ve iç dünyasını anlattığı savıyla yazılan bir kitabı tanıtmak istiyorum. Kitabın orijinal adı “İmmortal Atatürk” Psiko-biyografik analiz olduğu belirtilen bu kitap Türkçeye “Ölümsüz Atatürk” olarak çevrilmiş (1)

Kitabın yazarlarından biri Politik Psikoloji Biliminin kurucularından kabul edilen, Kıbrıs Türkü Psikiyatri profesörü Vamık David Volkan diğeri ise Yakın Doğu araştırmaları yapan Polonya asıllı ABD vatandaşı Norman Itzkowitz adlı bir tarihçi. Birlikte yazdıkları kitabın Türk yayınevi Bağlam Yayıncılık.

Kitabın “Ölümsüz Atatürk” başlığı sizi yanıltmasın. Atatürk’ü ölümsüzleştirmekten ziyade sinsice öldürmeye kurgulanmış bir kitap. Belli ki savaş meydanlarında Mustafa Kemal’i alt edemeyen emperyalistler onu kültürel yolla yok etme telaşına düşmüşler ve ne yazık ki bu işi çoğunlukla Atatürk Türkiye’sinden devşirdikleri akademisyenler aracılığıyla yapıyorlar.

Kendi ülkesinde kendi kurucu liderine saldıran bir troller ordusu olduğu hepimizin malumu çünkü ona ana avrat söven “avam” ın dilini yakından tanıyoruz. Peki daha incelikli bir dil ve kafa karıştırıcı bir usluba sahip “havas” ın dilini yeterince iyi tanıyor muyuz?

Düz satırlarda övgü ve taltif etme gibi duran sözcüklerin satır aralarına indiğinizde nasıl şekil değiştirerek sövme ve alaya kaydığını fark edebiliyor muyuz? Bu nedenle sipariş üzerine sinsi bir düzenekle yazılan bu tür kitaplar pür dikkat okunmalı.

Çünkü Atatürk ve değerleri (Laik Cumhuriyet, devrimler) sadece avam tarafından topa tutulmuyor havas tarafından da kalleşçe ve haince saldırıya uğruyor. Kitapta yer alan psikolojik tahlillerden örnekler vererek bu ihaneti görmeye çalışalım;

“Atatürk, çocukluğunun “kaygılarla dolu” atmosferinin karşıtı olacak biçimde ülkesinin bir barış atmosferi içinde “ŞEN DUL” imajına sahip olmasını istiyordu. Böyle durumda idealize edilmiş çocuk/anne, baba/sevgili olarak evrenin merkezinde olacaktı” (2)

Şen Dul! Kim? Onlara göre Osmanlı’dan arta kalan Türkiye Cumhuriyeti!

Oysa;

“Benim en önemli eserim Türkiye Cumhuriyetidir”

Diyen bir liderin eserine “Şen Dul” yakıştırması yapmak bir psikolojik tahlil değil düpedüz bir aşağılama ve hakarettir.

“Mustafa Kemal’in sofra etkinlikleri birbirini tekrar edici nitelikteydi ve o bunlara müptela olmuştu. Bu etkinliklere katılmadan, psikanalistler tarafından “geçiş nesnesi” (transitional object) olarak adlandırılan “SEVİMLİ BEBEK AYILARI” ile oynamadan uyuyamayan bazı çocuklar gibi uyuyamıyordu. Psikanalistler bu tür nesneleri yaratıcılığın dölyatağı olarak telakki ederler” (3)

Sanırsınız ki o masalarda ülke sorunları konuşulmuyor da vur patlasın çal oynasın alem yapılıyor. Hem lideri hem de konuklarını aşağılayan çirkin bir dil.  

“Emin olarak varsayabiliriz ki-gerçeklerin de gösterdiği gibi -önemli herkes tarafından sevildiği ve sayıldığı hayalini sürdürüyordu. Bu nedenle dindar önemsiz kimselerin nefretinden dolayı kendini bilinçli olarak tehdit edilmiş hissetmiyordu. 1928’ den itibaren öğreten, put kıran ve PLAYBOY rollerine sahip olmuştu. Tamamen ilgi odağı olduğu galalar ve diğer eğlencelerle meşgulken, acıya uğramış anne/milletini eğlence seven bir varlığa dönüştürüyordu” (4)

Ömrü savaş cephelerinde geçmiş, yeni bir devlet kurmuş ve kendini milletini eğitme ve modernleştirme seferberliğine adamış bir adamı “playboy” basitliğine indirgemek ancak satın alınmış devşirme kalemlerin kompleksi olabilir.

Aynı uslupla bir Washington veya Churchill’i değerlendirebilirler mi? Mümkün değil, tasmaları onlara kadar uzanmaz ancak sahiplerinin hedef gösterdiklerine böyle fütursuzca vurabilirler. Ama biz daha ölmedik, Atatürk sahipsiz değildir.

Atatürk gibi bir dâhiyi tahlil etmek devşirme beyinlerin harcı değil bu bir,

Terapi koltuğuna oturmadan bir insanı ezbere değerlendirmek psikiyatri kurallarına aykırıdır bu iki,

Suyu bulandırmaktan öte bir işlevi olmayan bu yöntemi “politik psikiyatri” kılıfına sokmak bir işe yaramaz bu da üç…  

Vamık Volkan belli ki kitaba yöneltilen eleştiriler karşısında sonraki basımlarda bir açıklama yapma gereği duymuş;

“Kullandığımız bazı psikoanaliz kavramlarının yanlış anlaşıldığını düşünmekteyiz”

Hayır yanlış anlaşılmadı siz bilakis yanlış ve yakışıksız ifadeler kullandınız. Tüm devşirmeler gibi zora gelince çark ediyorsunuz. Siz sıradan bir insanı tahlil etmiyorsunuz bir “dünya liderini” tahlil ediyorsunuz.

Elbette kullanacağınız ifadelere dikkat etmeniz ve saygılı olmanız gerekiyor. Sıkışınca da psikolojik jargona sığınmamalısınız. Kimse sizden Atatürk’ü allayıp pullamanızı istemiyor zaten Atatürk’ün böyle abartılmaya ihtiyacı yok.

Bir insanın payına düşenden çok fazlasını yapmış ve olağanüstü başarıları da ayan beyan ortada. Tüm rütbelerini hak etmiş hem büyük bir komutan hem de büyük bir devlet adamı. Hem de çok iyi bir hatip ve düşünce adamı. Tarihte eşi benzeri olmayan bir dünya lideri.

Neden “bağımsızlık benim karakterimdir” veya “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyen görüşleri hakkında tek kelime edemiyorsunuz. Çünkü size verilen görev var olanı yok saymak, büyük olanı küçültmek, itibarı olana kara çalmak.

Atatürk’ün eğitimiyle ilgili annesi ve babası arasındaki görüş ayrılığını da iki kafadar yazar şu cümlelerle ifade ediyor;

“Ali Rıza oğluna bu hediyeyi verdiği sıralarda yaşamının bunalımlı, alkole bağımlı, güç dönemini yaşıyordu. Atatürk’ün psikolojik olarak bu “hediye” nin temasını tekrarlama yeteneği ve kendisini ülküleştirilmiş baba ile özdeşleştirmesi (ki “baba Türk” anlamına gelen Atatürk soyadı bunu örtük olarak ima eder) büyük ölçüde onun Atatürk olmasını sağlayan şeydir” (5)

Osmanlı imparatorluğu zamanında Türklük kavramı yerlerde süründüğünden, Atatürk ulusunun Türklük bilincine sahip çıkması ve rol model oluşturması için kendine bu soyadı seçmiştir ve psikanaliz gerektirmeyecek kadar açıktır (6)  

Dünya literatürüne girmiş “Jön Türk” hareketini de devrimci niteliğini göz ardı ederek “Genç Osmanlı” hareketi olarak adlandırıyorlar. Ayrıca Mustafa Kemal’in Enver Paşa’ya duyduğu kıskançlık vurgulanırken, Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’e duyduğu öfke ve kıskançlığı üstün körü bir şekilde Mustafa Kemal hakkındaki kanaatine bağlıyorlar;

“Tatmin edilmesi mümkün olmayan biridir”

Oysa tarih bize göstermiştir ki Mustafa Kemal’in Enver Paşanın sınır tanımayan düşleri ve tüm Türkleri birleştirme hayalinin bozguna uğrayacağı öngörüsü doğru çıkmıştır. Enver Paşa ise Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerinde yanılmıştır.

“Enver daha öncede kendisini adı var kendi yok bir birliğin komutanlığına atamış ama o süreçten Gelibolu Kahramanı olarak çıkmasını bilmişti.”  (7)

İşin doğrusu Enver Paşa rakibi olarak gördüğü ve özgüveni yüksek karakterinden ötürü Mustafa Kemal’den hoşlanmıyor ve onu itici buluyor. Dahası varlığını görmemezlikten geliyor ve başarılarını küçümsüyor.

Çanakkale’de elde edilen muazzam başarı üzerine cepheleri ziyarete gittiğinde Mustafa Kemal’i gösterdiği üstün başarıya rağmen görüp tebrik etmeyi reddediyor. Hatta Harb Mecmuası kapağında Mustafa Kemal’e yer vermek istediğinde duruma müdahale ederek fotoğrafının kullanılmamasını emrediyor.

Savaş cephesinde Mustafa Kemal’in hayatını kurtaran saat ile ilgili de şu tespitte bulunuyorlar;

“Gerçekten bir şarapnel parçası onun kalbine isabet etmişti; ancak göğüs cebinde taşıdığı saat, bedenini küçük metal parçalarının pek çoğundan korumuştu. Mustafa Kemal parçalanmış saatin altında “büyükçe bir kan gölü” olduğunu söylemiş olmakla birlikte aldığı yara önemsiz bir yaraydı.” (8)

O saat kalbinin tam üstünde olmasaydı belki de hayatta olmayacaktı ama önemsiz bir yara! Öyle mi?  Vatanı kurtarmak için sadece yaralanmakla kalmayıp çok ciddi hastalıklarında bile pes etmeyen bir adam için söylüyorlar bunları…

“Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar,

Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar…”

Bu marşı seven Mustafa Kemal için yapılan yorum;

“Onun bu marşa duyduğu yakınlığın nedeni bilinmediği için, onun neden Mustafa Kemal’in en sevdiği şarkılardan biri olduğu konusunda ancak spekülatif yorumlarda bulunabiliriz” (9)

Bir psikiyatrın spekülatif bir yorum yapması ne derece güvenilir yorumu size bırakıyorum. Oysa Mustafa Kemal o muazzam 30 Ağustos zaferini şöyle değerlendiriyor;

“Vaziyeti bir defa daha mütalaa ettik ve katiyetle hükmettik ki Türk’ün hakiki kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan, bütün şaşaasıyla doğacaktır”

İki yazarın bu konudaki yorumu;

“Burada geçen kurtuluş güneşi ile doğmak fiilinin bir arada kullanılması bir rastlantı olmasa gerek. Mustafa kemal, Samsun’a çıkışının anısına resmi doğum tarihi olarak kendisine 19 Mayıs gününü seçmiştir. Burada kendisini hem erken sabahın sisini hem de annesinin kederini dağıtarak yükselen yeni güneş (oğul) olarak gördüğü söylenebilir. Gümüş dere ise annesinin gözyaşlarını temsil ediyor olabilir. Esas olarak bir İsveç şarkısı olan bu marş Türk devriminin simgesi haline gelmiştir.”   (10)

Kitapta asıl söylemek istediklerini bir türlü söyleyemeyen ve eveleyip geveleyen yazarlar kafa karıştırıcı tanımlamalarını sürdürüyorlar;

“… Bu sert, erkeksi bir görünüm sergileyen Mustafa Kemal için de geçerliydi; küçük narin elleri ve ayakları, ince sesi ona dişi bir hava veriyordu. Görünümüne çok önem veriyor…  Öte yandan liderlik konusunda son derece atılgan ve haşindi; tavır ve jestlerle diğerlerini kendisini izlemeye yöneltirdi. Orta boylu bir insan olmasına karşın her zaman her grupta öne çıkarak dikkatleri kendi üzerinde toplamayı başarırdı. Türklerde ender olarak görülen sarı saçları güneşte parıldardı. Hem insanın çocukluk düşmanlarını yakıp kavuran bir “baba güneş” hem de herkesin ruhunun derinlerinde bir yerde yaşayan çocuğu ısıtıp yatıştıran bir “ana güneş” idi. Hiç kimsenin Mustafa Kemal’in mavi gözlerinin içine gözünü kırpmadan bakamadığı söylenir-tıpkı güneşe doğrudan bakılamadığı gibi… Bir doktor, Dr. Volkan’a, muhtemelen Atatürk’ün gözlerinde hafif bir şaşılık olduğunu ve doğrudan Atatürk’ün gözlerine bakmanın insanda tuhaf bir duygu uyandırdığı efsanesinin ardında yatan “gerçeğin” bu olabileceğini söylemiştir. Atatürk gözlerinde belli belirsiz bir şaşılık olduğunun farkında olmalı, çünkü yaşantısının daha sonraki yıllarında fotoğraf çektirirken fotoğrafının “iyi” profilden çekilmesinde ısrarcı olmuştur.”  (11)

Gözlerinde hafif şehlalık olsa ne olur! Bu onun neyi görmesini engellemiş? Ülkesinin akıbetini ve dünyanın gidişatını herkesten daha iyi görmemiş mi? Kaldı ki bir gözünü de vatanı için savaşırken kaybetme noktasına gelmiştir.

Bu gereksiz imaya karşılık VIII Edward’ın hatıratında Atatürk’ün gözleriyle ilgili yazdıklarını not düşmekten de geri kalmazlar.

 “Hayatında bakmış olduğu en nüfuz edici gözler olduğunu söyler”

“Böylece altı asırdan uzun bir süre imparatorluğu kesintisiz yönetmiş bir hanedanın üyesi olan son Osmanlı padişahı utanç verici bir sürgün hayatına doğru yol almaya başladı” (12)

“Burada Mustafa Kemal “kötü” ödipal babayı (padişahı) annesinin kederinin sorumlusu olmakla suçlamaktadır” (13)

Pek çok ülkede imparatorluklara son verilirken hanedanlar bütün aile efradıyla birlikte öldürülmüş, başka topraklara sürgün bile edilmemiştir. Yeni bir devlet kuran Atatürk’ün hanedan üyelerini sürgüne göndermesi son derece insanca bir davranıştır ancak yazarlar bu gerçeğin üstünde bilerek durmuyorlar.

Şapka devrimi ile ilgili döktürdükleri incilere gelirsek;

“Mustafa Kemal’in Türkiye’nin en muhafazakâr şehirlerinden biri olduğunu duyduğu Kastamonu’ya gidiyorlardı. Orada Türklere şapkayı tanıtacak, batılı giysileri benimsetmenin gereği konusunda halkı ikna etmeye çalışacaktı. Bu, Amerika başkanın çöllerde yaşayan bir Arap göçebe gibi giyinip, New York şehrinde insanlardan kendisi gibi giyinmelerini istemesi gibi bir şeydi”. (14) 

“Onun şapkasız olduğunu gören insanlar, saygı gereği başlarındaki fesleri, türbanları, kalpakları çıkardılar ve M. Kemal’i coşku ve alkışlarla karşıladılar” (15)

“Gazi bir kalabalık gördüğünde hemen öne çıkıp kendini gösteriyordu/… Eşanlı olarak anne/baba (eril/dişil) görüntüsünü sergileme konusunda sahip olduğu benzersiz yetenek dinleyiciler arasında bulunan herkese aradığı bir şeyi sunuyordu.”  (16)

Her insanın bünyesinde bulunan eril ve dişil enerjileri bir psikiyatrın çok daha iyi ifade etmesini beklerdim. Çok sinsi bir ima barındıran bu cümle gerçekten açıklanmaya muhtaç.

“Atatürk binalardaki kubbeleri hiç sevmemişti. Bu nefretin psikolojik nedenlerine ilişkin elimizde bir kanıt olmamakla birlikte klinik deneyler bize kubbelerin muhtemelen çocukluk çatışmalarından kaynaklanan, bir şeye dayanma korkusuyla beraber, muhtemelen dini (camilerdeki gibi) ve bağımlılığı (anne göğsü) temsil ettiği spekülasyonunu yapmaya götürüyor. Müzedeki geçici istiratgahı bir kubbenin altında olduğundan Atatürk, ölümünde bile anne imgesinden kurtulamamıştı! On beş yıl sonra naaş nihayet kubbe altından alındı ve Ankara’nın tepelerinden biri üzerine inşa edilen Anıtkabir’deki mezarına ebedi uykusunu uyumak üzere yerleştirildi” (17)

Bugüne kadar Sigmund Freud, Carl Gustav Jung, Erich Fromm, Alferd Adler, Karen Horney, Rollo May, İrvin Yalom, Alice Miller, Engin Gençtan, Boris Cyrulnık ve daha birçok psikiyatr ve psikologlara ait eserler okudum. Dolayısıyla psikolojik okumalara yabancı olmayan bir okur olarak söylemeliyim ki bu kadar kötüsüne hiç denk gelmedim.

Bir insanın yapabileceğinden kat be kat fazlasını yapan, her başarısını alın teriyle imzalayan, vatanı ve milleti için durmaksızın çalışıp çabalayan üstelik tüm bunları içteki ve dıştaki düşmanlara karşı gerçekleştiren, devrinin çok ötesinde bir zekaya sahip, üstün vasıflarla donatılmış bir lideri, sıradan bir köşe dedikodu yazarı gibi çalakalem yazmak Atatürk’ü değil, boyundan büyük işe soyunanları şarlatan yapar.

Vamık Volkan aynı zamanda “BOP Eş başkanı” dır. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e reçete olarak sunduklarından birkaç örnek verecek olursam belki hakkında daha sağlam bir görüş edinebilirsiniz.

[- Türklük kavramı yerine Türkiyeli kavramı kullanılmalıdır.

Özerklik sistemi de artık tartışılır hale getirilmelidir.

Anayasanın özellikle üç maddesi değişmelidir.

Özellikle anayasamızda, kanunlarımızda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik olarak vurgulayan hükümlerin ivedi olarak düzeltilmesi, çıkartılması ve daha kapsayıcı hale getirilmesi gerekir.

Dağlara, taşlara yazılan “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısı ayrıştırmalara yol açtığı için silinmelidir.

Andımız kaldırılmalıdır.] (18)

Nasıl? Şu an ülke gündemimiz altı çizilen bu üç maddeyle kördüğüm olmuş durumda değil midir? Hukuksuzluk ve ekonomik buhranla nefes alamayan bizler Bop projesinin nasıl büyük bir hızla ilerlediğinin acaba farkında mıyız?

Atatürk ve büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’ne ABD gözlüğü ile bakan bir Bop mimarının tarafsız ve sağlıklı bir Atatürk analiz yapabilmesi mümkün müdür?

Atatürk ile ilgili emperyalistleri en çok rahatsız eden şeylerden biri de hiç şüphesiz onun “Türklük” bilincine verdiği önemdir. Bu asla unutulmamalıdır.

Türk’ü yeryüzünden silmek, adını unutturmak için en kestirme yol ise Atatürk’ü karalamak ve eserlerini hiç etmekten geçiyor. Bunu da avamın basit dili yanı sıra havasın ince ve sinsi taktik diliyle yapıyorlar.

Daha fazlasına ihtiyaç duyanlar kaynakçada verdiğim kitapları ve köşe yazısını okuyabilirler.

Atamıza sonsuz sevgi, saygı, özlem ve minnetle…

Asil ve Bilge ruhu şad olsun.